küçükken erik ağaçlarının tepesinden inmek istemezdim. özellikle sahiplerinin erik (ç)almamıza kızdığı ağaçları daha çok severdim, eriklerle birlikte hikayelerini de topladım… hayalet dedikodulu inşaatlara ilk giren hep ben oldum. bisiklete binerken hep patika yolları seçtim, her an düşme tehlikesinin verdiği inanılmaz haz… mahalle maçlarının aranılan oyuncusuydum. çok yetenekli olduğumdan değil, en çok ben koştuğumdan…
sevdiğin gerçekten istanbul mu?
yoksa istanbul’un sana vaadettikleri mi?
istanbul’un denizini mi seversin,
yoksa onun sana verdiği hüznü mü?
martıları mı seversin,
yoksa seni alıp götürüşlerini mi?
boğazın eşsiz manzarası mıdır seni ona hayran bırakan,
yoksa her an kendini boşluğa bırabilme ihtimalin midir?
Küçük, yaramaz, şirin bir velet olabilsem keşke yeniden. O zamanlar üzülmezdim böyle hiç insanlar yüzünden. Hep gülümserdi gözlerim. Çünkü sevmeyi öğrenmemiştim henüz. Sevilirdim sadece. Sevmeyi öğrenmediğim için de üzülmezdim.
Oyuncaklarımı severdim o zamanlar. Onlar için üzülürdüm yalnızca Ve kırıldıkları zaman ağlardım. Yani onlar da üzerdi beni, sevdiğim her şey gibi. Ama uzun sürmezdi üzüntüsü, çünkü bilirdim, aynı oyuncaktan bir tane daha vardı oyuncakçıda. Biri kırıldığında yerine yenisi gelebilirdi, uzun sürmezdi üzüntüm. Ve üzülmek işe yarardı o zamanlar, dudaklarımı büzdüğümde düzelirdi her şey. Çünkü sevmeyi öğrenmemiştim henüz, sevilirdim sadece…
“bana senden daha güzel bir şey söyle” dedim, iskeleye doğru yürürken. “sen” dedi. durdum. yeşil denize doğru döndüm ve gülümsedim. başını omzuma koydu, “bak” dedi, “nasıl da yakın görünüyor üsküdar, oysa hiç de öyle değil.”
o gün anlamamıştım ne demek istediğini, ne onun ne de dalgaların.
yürüyorduk iskeleye doğru, dalgalar sesleniyordu ama duymuyordum.
usulca gizlerken kendi içimde gerçekleri, korkular kusuyorum. her yol sende kesişiyor. kaçamıyorum, kovalayamıyorum. iç hesaplaşmalarımın sonucunda da bir yere varamıyorum; suçu birine yükleyemiyorum, eşit olmayan parçalara bölüp paylaştırıyorum. susuyorum.
teninin kokusunun, yosun kokusuyla karıştığı gün; sevgililer günü.
Gökten düşen kar değil de sendin sanki. Pamuk ellerindi bütün güzelliğiyle bir mucize olup gökten düşen. Hemen açtım pencereyi ve uzattım ellerimi düşen pamuk ellerinden tutabilmek için. Olmadı. Her tutuşumda yok oldu pamuk ellerin. Defalarca denedim, yine olmadı, olmadı, olmadı. Her tutuşumda yok olup ıslak göz yaşlarına dönüştü pamuk ellerin. Ben de kendi gözyaşlarımı ekledim üstüne. Sonra tutmaktan vazgeçip seyrettim uzun uzun gökten düşen pamuk ellerini. Biriken her mucize, daha fazla gözyaşına dönüştü.
Uzun zamandır beklediğim bir gündü bugün. Hayallerimde; yaşantımın en zor dönemlerinden birinde beni daha da boğan sorumluluklarımdan kurtulacağım, kendime ve düşünmeye daha fazla zaman ayırabileceğim, rutin geçen günlerden sıyrılacağım ve artık daha fazla huzur bulacağım günlerin başlangıcıydı bugün. uçup giden sayfalar yazısına devam et →
Bulutlu bir güne uyandım bugün. Perdeyi araladığımda gördüğüm her zamanki o sıkıcı sokak ve gri bulutlar. Pencereyi açıp derin bir nefes aldım, sonra üfledim tüm gücümle. Bulutlar dağılsın, güneş gülümsesin diye. Ne bulutlar kıpırdadı ne de güneş gülümsedi…